(Not: Savm ve sıyam oruç demektir.)
İkinci Risale olan İkinci Kısım
Ramazan-ı Şerife dairdir
[Birinci kısmın âhirinde şeair-i
İslâmiyeden bir nebze bahsedildiğinden şeairin içinde en parlak ve muhteşem
olan Ramazan-ı Şerife dair olan bu ikinci kısımda, bir kısım hikmetleri
zikredilecektir.
Bu İkinci Kısım, Ramazan-ı
Şerifin pek çok hikmetlerinden dokuz hikmeti beyan eden "Dokuz
Nükte"dir.]
بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ
شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ هُدًى لِلنَّاسِ وَ بَيِّنَاتٍ
مِنَ الْهُدَى وَ الْفُرْقَانِ
Birinci
Nükte: Ramazan-ı
Şerifteki savm, İslâmiyetin erkân-ı hamsesinin birincilerindendir. Hem şeair-i
İslâmiyenin a'zamlarındandır.
İşte Ramazan-ı Şerifteki orucun
çok hikmetleri; hem Cenab-ı Hakk'ın rububiyetine, hem insanın hayat-ı
içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı
İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.
Cenab-ı Hakk'ın rububiyeti
noktasında orucun çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki:
Cenab-ı Hak zemin yüzünü bir
sofra-i nimet suretinde halkettiği ve bütün enva'-ı nimeti o sofrada مِنْ حَيْثُ لاَ يَحْتَسِبُ bir tarzda o sofraya dizdiği
cihetle, kemal-i rububiyetini ve rahmaniyet ve rahîmiyetini o vaziyetle ifade
ediyor. İnsanlar gaflet perdesi altında ve esbab dairesinde o vaziyetin ifade
ettiği hakikatı tam göremiyor, bazan unutuyor. Ramazan-ı Şerifte ise, ehl-i
iman birden muntazam bir ordu hükmüne geçer. Sultan-ı Ezelî'nin ziyafetine
davet edilmiş bir surette akşama yakın "Buyurunuz" emrini bekliyorlar
gibi bir tavr-ı ubudiyetkârane göstermeleri, o şefkatli ve haşmetli ve külliyetli
rahmaniyete karşı, vüs'atli ve azametli ve intizamlı bir ubudiyetle mukabele
ediyorlar. Acaba böyle ulvî ubudiyete ve şeref-i keramete iştirak etmeyen
insanlar insan ismine lâyık mıdırlar?
İkinci
Nükte: Ramazan-ı
Mübareğin savmı, Cenab-ı Hakk'ın nimetlerinin şükrüne baktığı cihetle, çok
hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Birinci Söz'de denildiği gibi, bir
padişahın matbahından bir tablacının getirdiği taamlar bir fiat ister.
Tablacıya bahşiş verildiği halde, çok kıymetdar olan o nimetleri kıymetsiz
zannedip onu in'am edeni tanımamak nihayet derecede bir belâhet olduğu gibi,
Cenab-ı Hak hadsiz enva'-ı nimetini nev'-i beşere zemin yüzünde neşretmiş. Ona
mukabil, o nimetlerin fiatı olarak, şükür istiyor. O nimetlerin zahirî esbabı
ve ashabı, tablacı hükmündedirler. O tablacılara bir fiat veriyoruz, onlara
minnetdar oluyoruz; hattâ müstehak olmadıkları pek çok fazla hürmet ve
teşekkürü ediyoruz. Halbuki Mün'im-i Hakikî, o esbabdan hadsiz derecede o nimet
vasıtasıyla şükre lâyıktır. İşte ona teşekkür etmek; o nimetleri doğrudan
doğruya ondan bilmek, o nimetlerin kıymetini takdir etmek ve o nimetlere kendi
ihtiyacını hissetmekle olur.
İşte Ramazan-ı Şerif'teki oruç,
hakikî ve hâlis, azametli ve umumî bir şükrün anahtarıdır. Çünki sair
vakitlerde mecburiyet tahtında olmayan insanların çoğu, hakikî açlık
hissetmedikleri zaman, çok nimetlerin kıymetini derk edemiyor. Kuru bir parça
ekmek, tok olan adamlara, hususan zengin olsa, ondaki derece-i nimet
anlaşılmıyor. Halbuki iftar vaktinde o kuru ekmek, bir mü'minin nazarında çok
kıymetdar bir nimet-i İlahiye olduğuna kuvve-i zaikası şehadet eder. Padişahtan
tâ en fukaraya kadar herkes, Ramazan-ı Şerifte o nimetlerin kıymetlerini
anlamakla bir şükr-ü manevîye mazhar olur. Hem gündüzdeki yemekten memnuiyeti
cihetiyle; "O nimetler benim mülküm değil. Ben bunların tenavülünde hür
değilim; demek başkasının malıdır ve in'amıdır. Onun emrini bekliyorum."
diye nimeti nimet bilir; bir şükr-ü manevî eder. İşte bu suretle oruç, çok
cihetlerle hakikî vazife-i insaniye olan şükrün anahtarı hükmüne geçer.
Üçüncü
Nükte: Oruç,
hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye baktığı cihetle çok hikmetlerinden bir hikmeti
şudur ki: İnsanlar, maişet cihetinde muhtelif bir surette halkedilmişler.
Cenab-ı Hak o ihtilafa binaen, zenginleri fukaraların muavenetine davet ediyor.
Halbuki zenginler, fukaranın acınacak acı hallerini ve açlıklarını, oruçtaki
açlıkla tam hissedebilirler. Eğer oruç olmazsa, nefisperest çok zenginler
bulunabilir ki, açlık ve fakirlik ne kadar elîm ve onlar şefkate ne kadar
muhtaç olduğunu idrak edemez. Bu cihette insaniyetteki hemcinsine şefkat ise,
şükr-ü hakikînin bir esasıdır. Hangi ferd olursa olsun, kendinden bir cihette daha
fakiri bulabilir. Ona karşı şefkate mükelleftir. Eğer nefsine açlık çektirmek
mecburiyeti olmazsa, şefkat vasıtasıyla muavenete mükellef olduğu ihsanı ve
yardımı yapamaz; yapsa da tam olamaz. Çünki hakikî o haleti kendi nefsinde
hissetmiyor.
Dördüncü
Nükte: Ramazan-ı
Şerifteki oruç, nefsin terbiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir
hikmeti şudur ki: Nefis, kendini hür ve serbest ister ve öyle telakki eder.
Hattâ mevhum bir rububiyet ve keyfemayeşa hareketi, fıtrî olarak arzu eder.
Hadsiz nimetlerle terbiye olunduğunu düşünmek istemiyor. Hususan dünyada servet
ve iktidarı da varsa, gaflet dahi yardım etmiş ise; bütün bütün gasıbane,
hırsızcasına nimet-i İlahiyeyi hayvan gibi yutar.
İşte Ramazan-ı Şerifte en
zenginden en fakire kadar herkesin nefsi anlar ki: Kendisi mâlik değil,
memluktür; hür değil, abddir. Emir olunmazsa en âdi ve en rahat şeyi de
yapamaz, elini suya uzatamaz diye mevhum rububiyeti kırılır, ubudiyeti takınır,
hakikî vazifesi olan şükre girer.
Beşinci
Nükte: Ramazan-ı
Şerifin orucu, nefsin tehzib-i ahlâkına ve serkeşane muamelelerinden vazgeçmesi
cihetine baktığı noktasındaki çok hikmetlerinden birisi şudur ki: Nefs-i
insaniye gafletle kendini unutuyor. Mahiyetindeki hadsiz aczi, nihayetsiz
fakrı, gayet derecedeki kusurunu göremez ve görmek istemez. Hem ne kadar zaîf
ve zevale maruz ve musibetlere hedef bulunduğunu ve çabuk bozulur dağılır et ve
kemikten ibaret olduğunu düşünmez. Âdeta polattan bir vücudu var gibi,
lâyemûtane kendini ebedî tahayyül eder gibi dünyaya saldırır. Şedid bir hırs ve
tama' ile ve şiddetli alâka ve muhabbet ile dünyaya atılır. Her lezzetli ve
menfaatli şeylere bağlanır. Hem kendini kemal-i şefkatle terbiye eden Hâlıkını
unutur. Hem netice-i hayatını ve hayat-ı uhreviyesini düşünmez; ahlâk-ı seyyie içinde
yuvarlanır.
İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç;
en gafillere ve mütemerridlere, za'fını ve aczini ve fakrını ihsas ediyor.
Açlık vasıtasıyla midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zaîf
vücudu, ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkate
muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin firavunluğunu bırakıp, kemal-i acz ve fakr
ile dergâh-ı İlahiyeye ilticaa bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle
rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise...
Altıncı
Nükte: Ramazan-ı
Şerifin sıyamı, Kur'an-ı Hakîm'in nüzulüne baktığı cihetle ve Ramazan-ı Şerif,
Kur'an-ı Hakîm'in en mühim zaman-ı nüzulü olduğu cihetindeki çok hikmetlerinden
birisi şudur ki: Kur'an-ı Hakîm, madem Şehr-i Ramazan'da nüzul etmiş; o
Kur'anın zaman-ı nüzulünü istihzar ile o semavî hitabı hüsn-ü istikbal etmek
için Ramazan-ı Şerifte nefsin hacat-ı süfliyesinden ve malayaniyat hâlattan
tecerrüd ve ekl ü şürbün terkiyle melekiyet vaziyetine benzemek ve bir surette
o Kur'anı yeni nâzil oluyor gibi okumak ve dinlemek ve ondaki hitabat-ı
İlahiyeyi güya geldiği ân-ı nüzulünde dinlemek ve o hitabı Resul-i Ekrem
(A.S.M.)dan işitiyor gibi dinlemek, belki Hazret-i Cebrail'den, belki
Mütekellim-i Ezelî'den dinliyor gibi bir kudsî halete mazhar olur. Ve kendisi
tercümanlık edip başkasına dinlettirmek ve Kur'anın hikmet-i nüzulünü bir
derece göstermektir.
Evet Ramazan-ı Şerifte güya
âlem-i İslâm bir mescid hükmüne geçiyor; öyle bir mescid ki, milyonlarla
hâfızlar, o mescid-i ekberin kûşelerinde o Kur'anı, o hitab-ı semavîyi
Arzlılara işittiriyorlar. Her Ramazan شَهْرُ رَمَضَانَ الَّذِى اُنْزِلَ فِيهِ الْقُرْآنُ âyetini, nuranî parlak bir tarzda gösteriyor. Ramazan,
Kur'an ayı olduğunu isbat ediyor. O cemaat-ı uzmanın sair efradları, bazıları
huşu' ile o hâfızları dinlerler. Diğerleri, kendi kendine okurlar. Şöyle bir
vaziyetteki bir mescid-i mukaddeste, nefs-i süflînin hevesatına tâbi' olup,
yemek içmek ile o vaziyet-i nuranîden çıkmak ne kadar çirkin ise ve o
mesciddeki cemaatın manevî nefretine ne kadar hedef ise; öyle de Ramazan-ı Şerifte
ehl-i sıyama muhalefet edenler de, o derece umum o âlem-i İslâmın manevî nefretine
ve tahkirine hedeftir.
Yedinci
Nükte: Ramazanın
sıyamı, dünyada âhiret için ziraat ve ticaret etmeğe gelen nev'-i insanın
kazancına baktığı cihetteki çok hikmetlerinden bir hikmeti şudur ki: Ramazan-ı
Şerifte sevab-ı a'mal, bire bindir. Kur'an-ı Hakîm'in nass-ı hadîs ile herbir
harfinin on sevabı var; on hasene sayılır, on meyve-i Cennet getirir. Ramazan-ı
Şerifte herbir harfin, on değil bin ve Âyet-ül Kürsî gibi âyetlerin herbir
harfi binler ve Ramazan-ı Şerifin Cum'alarında daha ziyadedir. Ve Leyle-i
Kadir'de otuzbin hasene sayılır. Evet herbir harfi otuzbin bâki meyveler veren
Kur'an-ı Hakîm, öyle bir nuranî şecere-i tûbâ hükmüne geçiyor ki; milyonlarla o
bâki meyveleri, Ramazan-ı Şerif'te mü'minlere kazandırır. İşte gel, bu kudsî,
ebedî, kârlı ticarete bak, seyret ve düşün ki: Bu hurufatın kıymetini takdir
etmeyenler ne derece hadsiz bir hasarette olduğunu anla!
İşte Ramazan-ı Şerif âdeta bir
âhiret ticareti için gayet kârlı bir meşher, bir pazardır. Ve uhrevî hasılât
için, gayet münbit bir zemindir. Ve neşvünema-i a'mal için, bahardaki mâh-i
Nisandır. Saltanat-ı rububiyet-i İlahiyeye karşı ubudiyet-i beşeriyenin resm-i
geçit yapmasına en parlak, kudsî bir bayram hükmündedir. Ve öyle olduğundan,
yemek-içmek gibi nefsin gafletle hayvanî hacatına ve malayani ve hevaperestane
müştehiyata girmemek için oruçla mükellef olmuş. Güya muvakkaten hayvaniyetten
çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî
hacatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir
ruh vaziyetine girerek; savmı ile, Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir.
Evet Ramazan-ı Şerif; bu fâni dünyada, fâni ömür içinde ve kısa bir hayatta
bâki bir ömür ve uzun bir hayat-ı bâkiyeyi tazammun eder, kazandırır.
Evet birtek Ramazan, seksen sene
bir ömür semeratını kazandırabilir. Leyle-i Kadir ise, nass-ı Kur'an ile bin
aydan daha hayırlı olduğu bu sırra bir hüccet-i katıadır. Evet nasılki bir
padişah, müddet-i saltanatında belki her senede, ya cülûs-u hümayûn namıyla
veyahut başka bir şaşaalı cilve-i saltanatına mazhar bazı günleri bayram yapar.
Raiyetini, o günde umumî kanunlar dairesinde değil; belki hususî ihsanatına ve
perdesiz huzuruna ve has iltifatına ve fevkalâde icraatına ve doğrudan doğruya
lâyık ve sadık milletini, has teveccühüne mazhar eder. Öyle de: Ezel ve Ebed
Sultanı olan yirmisekiz bin âlemin Padişah-ı Zülcelal'i; o yirmisekiz bin âleme
bakan, teveccüh eden ferman-ı âlîşanı olan Kur'an-ı Hakîm'i Ramazan-ı Şerifte
inzal eylemiş. Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i
Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir. Madem
Ramazan o bayramdır; elbette bir derece, süflî ve hayvanî meşagılden insanları
çekmek için oruca emredilecek. Ve o orucun ekmeli ise: Mide gibi bütün
duyguları; gözü, kulağı, kalbi, hayali, fikri gibi cihazat-ı insaniyeye dahi
bir nevi oruç tutturmaktır. Yani: Muharremattan, malayaniyattan çekmek ve her birisine
mahsus ubudiyete sevketmektir. Meselâ: Dilini yalandan, gıybetten ve galiz
tabirlerden ayırmakla ona oruç tutturmak. Ve o lisanı, tilavet-i Kur'an ve
zikir ve tesbih ve salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul etmek... Meselâ:
Gözünü nâmahreme bakmaktan ve kulağını fena şeyleri işitmekten men'edip, gözünü
ibrete ve kulağını hak söz ve Kur'an dinlemeğe sarfetmek gibi sair cihazata da
bir nevi oruç tutturmaktır. Zâten mide en büyük bir fabrika olduğu için, oruç
ile ona ta'til-i eşgal ettirilse, başka küçük tezgâhlar kolayca ona ittiba
ettirilebilir.
Sekizinci
Nükte: Ramazan-ı
Şerif, insanın hayat-ı şahsiyesine baktığı cihetindeki çok hikmetlerinden bir
hikmeti şudur ki:
İnsana en mühim bir ilâç
nev'inden maddî ve manevî bir perhizdir ve tıbben bir hımyedir ki: İnsanın
nefsi, yemek içmek hususunda keyfemayeşa hareket ettikçe, hem şahsın maddî
hayatına tıbben zarar verdiği gibi; hem helâl-haram demeyip rast gelen şeye
saldırmak, âdeta manevî hayatını da zehirler. Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o
nefse güç gelir. Serkeşane dizginini eline alır. Daha insan ona binemez, o
insana biner. Ramazan-ı Şerifte oruç vasıtasıyla bir nevi perhize alışır;
riyazete çalışır ve emir dinlemeyi öğrenir. Bîçare zaîf mideye de, hazımdan
evvel yemek yemek üzerine doldurmak ile hastalıkları celbetmez. Ve emir
vasıtasıyla helâli terkettiği cihetle, haramdan çekinmek için akıl ve şeriattan
gelen emri dinlemeğe kabiliyet peyda eder. Hayat-ı maneviyeyi bozmamağa
çalışır.
Hem insanın ekseriyet-i
mutlakası açlığa çok defa mübtela olur. Sabır ve tahammül için bir idman veren
açlık, riyazete muhtaçtır. Ramazan-ı Şerifteki oruç onbeş saat, sahursuz ise
yirmidört saat devam eden bir müddet-i açlığa sabır ve tahammül ve bir
riyazettir ve bir idmandır. Demek, beşerin musibetini ikileştiren sabırsızlığın
ve tahammülsüzlüğün bir ilâcı da oruçtur.
Hem o mide fabrikasının çok
hademeleri var. Hem onunla alâkadar çok cihazat-ı insaniye var. Nefis, eğer
muvakkat bir ayın gündüz zamanında ta'til-i eşgal etmezse; o fabrikanın
hademelerinin ve o cihazatın hususî ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle
meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de, o
manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı
dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvî vazifelerini muvakkaten unutturur.
Ondandır ki; eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek
ve içmeğe kendilerini alıştırmışlar. Fakat Ramazan-ı Şerif orucuyla o
fabrikanın hademeleri anlarlar ki; sırf o fabrika için yaratılmamışlar. Ve sair
cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve
ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler. Onun içindir
ki; Ramazan-ı Şerifte mü'minler, derecatına göre ayrı ayrı nurlara, feyizlere,
manevî sürurlara mazhar oluyorlar. Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o
mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin
ağlamasına rağmen, onlar masumane gülüyorlar.
Dokuzuncu
Nükte: Ramazan-ı
Şerifin orucu, doğrudan doğruya nefsin mevhum rububiyetini kırmak ve aczini
göstermekle ubudiyetini bildirmek cihetindeki hikmetlerinden bir hikmeti şudur
ki:
Nefis Rabbisini tanımak
istemiyor, firavunane kendi rububiyet istiyor. Ne kadar azablar çektirilse, o
damar onda kalır. Fakat açlıkla o damarı kırılır. İşte Ramazan-ı Şerifteki oruç
doğrudan doğruya nefsin firavunluk cephesine darbe vurur, kırar. Aczini,
za'fını, fakrını gösterir. Abd olduğunu bildirir.
Hadîsin rivayetlerinde vardır
ki: Cenab-ı Hak nefse demiş ki: "Ben neyim, sen nesin?" Nefis demiş:
"Ben benim, sen sensin!" Azab vermiş, Cehennem'e atmış, yine sormuş.
Yine demiş: "Ene ene, ente ente." Hangi nevi azabı vermiş,
enaniyetten vazgeçmemiş. Sonra açlık ile azab vermiş, yani aç bırakmış. Yine
sormuş: "Men ene vema ente?" Nefis demiş:
اَنْتَ رَبِّى الرَّحِيمُ وَاَنَا عَبْدُكَالْعَاجِزُ Yani:
"Sen benim Rabb-i Rahîm'imsin, ben senin âciz bir abdinim.''
اَللّٰهُمَّ صَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ صَلاَةً تَكُونُ لَكَ
رِضَاءً وَ لِحَقِّهِ اَدَاء
بِعَدَدِ ثَوَابِ قِرَائَةِ حُرُوفِ الْقُرْآنِ فِى شَهْرِ
رَمَضَانَ وَ عَلَى آلِهِ وَ صَحْبِهِ وَ
سَلِّمْ
سُبْحَانَ رَبِّكَ رَبِّ الْعِزَّةِ عَمَّا يَصِفُونَ وَسَلاَمٌ عَلَى الْمُرْسَلِينَ
وَ الْحَمْدُ لِلّٰهِ
رَبِّ الْعَالَمِينَ آمِينَ
* * *
İtizar:
Şu ikinci kısım,
kırk dakikada süratle yazılmasından, ben ve müsvedde yazan kâtib ikimiz de
hasta olduğumuzdan, elbette içinde müşevveşiyet ve kusur bulunacaktır. Nazar-ı
müsamaha ile bakmalarını ihvanlarımızdan bekleriz. Münasip gördüklerini tashih
edebilirler.
Bediüzzaman Said Nursî - Mektubat
( 398 - 404 )
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder